Siyaset Akademisi

  • Mayıs 2024
    P S Ç P C C P
     12345
    6789101112
    13141516171819
    20212223242526
    2728293031  
  • En Fazla Tıklananlar

    • Hiçbiri

Faşizm

Posted by talhayasin Ağustos 12, 2009

Faşizm, ilk önce, İtalya’da kurulan milliyetçi, otoriter ve halkçı rejimi ifade etmek için kullanılmıştır. Daha geniş anlamıyla özellikle iki dünya savaşı arası ortaya çıkan aşırı milliyetçi, antidemokratik, antikapitalist ve antikomünist bir ideolojiye ve otoriter siyasi bir yapıya sahip bütün politik hareketler, bu isimle tanımlanmıştır.
Ancak daha sonra ahlaksız kapitalistler ile iyi niyetli ancak aptal komünistler tarafından bütün otoriter rejimler için kullanılmış tanımlamadır. Milliyetçilik veya Halkçılıkla ilgisi olmayan keyfi diktatörlükler ve hatta Millet düşmanı, ABD işbirlikçisi dinci parti ve rejimler bile bugün Faşist olarak nitelenmektedir.

Gerçekte bir rejime Faşist diyebilmek için, o rejimin ideolojisinin milliyetçi olması ve milletin varlık ve çıkarlarını herşeyin üstünde tutması gerekir. Bu yönüyle ister istemez halkçılığı da içermeli ve sadece zenginlerin veya işçilerin değil, milletin bütün fertlerinin refahını sağlamayı hedeflemelidir.
Bu hedefe ulşamak için ise ekonomi üzerinde sıkı bir devlet kontrolü uygulamak, işçi ücretlerinin yeterli olmasını sağlamak, keyfi işten çıkarmaları önlemek, hayat pahalılığının önüne geçmek için fiyat kontrolü uygulamak gibi önlemler uygulamak Faşizmin politikalarındandır.

Faşist bir rejim, aynı zamanda da otoriter olmalıdır. Zira Faşizm ne insanlar arası ne de milletler arası eşitliği kabul etmez.
Faşizm, “Herkes her şeyi bilemez. Bu sebeple yönetim Özel Olarak Eğitilmiş Seçkin Bir Kitlenin Elinde Olmalıdır” görüşünü savunur ve fikri olmayan insanların oy vermesinin veya eski tüccarların devleti yönetmesinin önüne geçerek, devlet yönetimini bu amaçla yetiştirilmiş seçkin bir sınıfın eline bırakır.
Örneğin Nazi Almanyası kaliteli devlet adamlarının yetişmesi için seçkin SS üyelerinin gönderildiği 4 okuldan oluşan bir sistem kurmuştu.

Ancak bugün Faşist terimi, faşizmin gerek fikirlerinden gerekese ruhundan habersiz şiddet düşkünü gruplar için de kullanılmakta; hatta Millet, Milliyetçilik ve bağımsızlık kavramlarından nefret eden işbirlikçiler ve dinci yobaz parti veya hareketler de yanlış bir şekilde “Faşist” olarak tanımlanmaktadır. Faşizm gibi yüksek bir idealin aşağı fikirleri tanımlamak için kullanılması hem acı hem de büyük bir haksızlıktır.

Faşizm yozlaşmaya, düzensizliğe, millet düşmanlarına, teröre ve kaosa karsi bir baskaldiris oldugu gibi, zararlı fikirlerin ifadesine karşı da bir çıkıştır. 1919 yilinda kurulan Milliyetci Sosyalist Alman Isci Partisi de milliyetçilik, halkçılık, otoriterizm ve düzen gibi Faşist ilkeler üzerine kuruldu. Her iki faşist akımda vatandaşlıkta kan birliğinin önemine yer vermekle birlikte Alman faşizminde ırk unusuru da oldukça önemliydi. Bu içeriği Alman faşizmine daha Uluslararası bir yapı kazandırdı.

Üçüncü Alman İmparatorlığunu Osmanlı’nın farklı bir versiyonu olarak nitelemek hiç de yanlış olmayacaktır. Şöyle ki, Osmanlı aynı dinden olmaya önem verirken, Naziler (Alman milliyetçiliğini ön plana çıkarmış olsalarda) aynı ırktan olmaya önem vermiştir. Öyle ki Savaş sürdükçe seçkin Alman SS’leri giderek daha az Alman hale gelmiş, Fransızlardan, Boşnaklara, Ruslara ve Türklere kadar farklı uluslardan insanlar seçkin SS Birliklerine katılmıştır. Yani Berlin düşerken hala savaşan birliklerin içinde Fransız SS’lerin olması hiç de şaşırtıcı değildir. Bu durumu Ankara Savaşı’nda, son ana kadar Yıldırım Beyazıd’ın yanında savaşan sadık Rumeli askerlerinin (Hristiyan Balkan uluslarından toplanmış) durumuna benzetebiliriz.

Posted in Faşizm | Leave a Comment »

SOSYALİZM

Posted by talhayasin Ağustos 12, 2009

SOSYALİZM

Sosyalizm sözcüğünün kullanımı XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gider. Sözcüğün ilk kez kullanıldığı tarih ve sözcüğün isim babası konusunda birçok çelişkili tez karşıtlaşır (J. Elleinstein, 1984). Kısmen anektodik olan bu tartışmalar temel bir sorun çıkarırlar gene de: sosyalizm hangi dönemde “üretilmeye” başlamıştır (E. Durkheim).

1766’da keşiş Ferdinand Facchinei socialismo sözcüğünden başlangıçta özgür ve eşit insanlardan oluşan, karşılıklı anlaşmaya dayalı bir toplum öğretisi anladığını söyler. Sözcük yirmi yıl sonra başka bir İtalyan yazarı, Appiano Buonafede tarafından kullanılmıştır. 1803’te ise Vicenze’li bir din adamının, Giacomo Giulani’nin kaleminde rastlanır bu sözcüğe; Giulani XVI yüzyılın bireyci teorilerini çürütmeye çalışmıştır. Bununla birlikte sözcüğün modern anlamda kullanılması Fransa’da ve İngiltere’de aşağı yukarı aynı zamanda 1830-1840 arasında doğmuştur (Elie Halévy)

Sözcük İngiltere’de, 1835’te Robert Owen tarafından kurulan Association of all classes off all nations tartışmaları sırasında yaygınlaşmıştır. Elie Halevy şunları söylüyor bu konuda: “Sözcük o dönemde André Lalande’ın Vocabulaire technique et critique de la philosophie adlı yapıtının çok önemli “Sosyalizm” maddesine katkısı bağlamında Robert Owen’ın son derece popüler eğilimini yansıtmaktaydı ve buna göre özgür bir kooperatif birlikleri topluluğuyla devletin yardımı olmadan, devlete başkaldırı içinde yeni bir iktisadi ve ahlaksal dünya kurulabilirdi.”

Aynı yazar, bir bölümü Supplément du Vocabulaire de la philosophie’de yayımlanan Fransız Felsefe Derneği’ne gönderdiği bir mektupta “Socialist hatta Socialism sözcüğüne 24 Ağustos 1833 tarihinde Londra’daki bir devrimci gazetede rastladığını” söyler. “Gazete A socialist imzalı bir mektubu yayımlamış. Dolayısıyla sözcüğün bu tarihte İngiltere’de yaygın biçimde kullanıldığını kabul etmek gerekir.” Sosyalist sözcüğü Fransa’da Saint-Simon’cularla birlikte ortaya çıkmıştır. Ekim 1830’un ikinci yarısında Saint-Simon’culuğa geçen gazete Le Globe 1 Şubat 1832’de Joncitres’in Victor Hugo’nun Les Feuilles d’Automne’u üstüne bir makalesini yayımlar. Yazar şöyle diyor bu yazısında: “Biz kişiliği sosyalizme feda etmek istemiyoruz, sosyalizmi de kişiliğe feda etmek istemiyoruz. Bu şu anlama gelir genel yaşamdan zevk duymak, başka insanların mutluluklarından duyulan mutlulukla titremek, başka insanlarla birlikte ağlamak… ve bunları aile mutluluğu, içe dönük şiir, iki insanın birlikte aynı düşü görmesiyle uzlaştırmak”

—————-

Bu anlayış tuhaf biçimde netlikten yoksundur kesinlikle. Bu sözcüğü büyük olasılıkla ilk kez Pierre Leroux kullanmış ve kesin anlamını vermiştir ona. Birçok vesileyle de sözcüğün isim babası olduğunu yinelemiştir. Greve de Samarez’de (1863) şöyle der: “Sosyalizm sözcüğünden ilk kez ben yararlandım. O zaman hiç kullanılmamış, yeni ve gerekli bir sözcüktü bu:ben sözcüğü geçerlilik kazanmaya başlayan bireyciliğe karşı destekledim.

Yaklaşık yirmi beş yıl önce.” Sözcüğün kullanımını yaygınlaştıran Leroux’nun yapıtının tarihi ve başlığı bilinmektedir günümüzde. Pierre Leroux Revue encyclopédque’in ekim-aralık 1833 tarihli sayısında “Bireycilik ve Sosyalizm” adlı önemli bir makale kaleme almış ve burada hem İngiliz ekonomi politiğini hem de Saint-Simon öğretisini reddetmiştir.

Elie Halevy ise onun isim babalığını reddetmiş ve Leroux’nun “bu sözcüğü, gerçekten gerekli yeni bir sözcük olduğundan çeşitli vesilelerle kullanan birçok Saint-Simon’cudan biri olduğunu” ileri sürmüştür: bütün vakitlerini “bireycilik”i lanetlemekle geçiren insanlar ondan çok zor vazgeçebilirlerdi.” Bununla birlikte şunu kesinlikle kabul etmek gerekir ki o bu sözcüğü yaratmamışsa da ilk kez sistematik biçimde kullanmış ve önce sosyalizmi Prosper Eufanıln’ın yorumladığı Saint-Slmon’cu bir öğreti gibi göstermiştir: “ezici, asimile eden yenipapalık; bu öğreti insanlığı bir makineye dönüştürecektir ve bu düzende gerçek, yaşayan doğalar, bireyler kendi kaderlerini ellerinde tutan bireyler olmaktan çıkıp yararlı maddeler haline geleceklerdir.” Bu şekilde tanımlanan sosyalizm Leroux’nun lanetlediği bir öğretidir, birlik, beraberlik düşüncesinin abartılmasıdır ve bu düşünce içinde var olan aşırılıklar “özgürlük adına insanları vahşi kurtlara dönüştüren, toplumu da en küçük parçalara ayıran İngiliz ekonomi politiğinin bireyciliğin aşırılıklarına uygunsuz biçimde denk düşer.

Ama “Bireycilik ve Sosyalizm” adlı yazısının 1847’de tekrar basımı dolayısıyla eklediği bir notta şu görüşlere yer vermiştir: “bir kaç yıldan beri toplumsal reformlarla ilgilenen, bireyciliği eleştiren ve lanetleyen bütün düşünürlere sosyalist deme alışkanlığı doğdu I…l dolayısıyla mutlak sosyalizme karşı her zaman mücadele etmiş olan bizler de sosyalist olarak tanınıyoruz bugün [….] Eğer sosyalizm Özgürlük, Kardeşlik, Eşitlik, Birlik kavramlarından hiçbirini feda etmeyen, tersine onları uzlaştıran bir öğretiyse hiç kuşkusuz sosyalistiz biz”. Ve gerçekten de Leroux 1834 yıllarındaki bireycilik ve “sosyalizm” eleştirisiyle sosyal demokrat idealinin tanımının taslağını çiziyordu.

Louis Reybaud, ağustos 1836, kasım 1837 ve nisan 1838’de Revue da deux mondes’da üç inceleme yazısı yayımlar “Modern sosyalistler “ ( Saint-Simon’cular, Charles Fourier, Robert Owen ). Bu yazılar sosyalizm sözcüğünün modern anlamla 1830’a doğru ortaya çıktığını kesinler. Fransa’da Fourier ve Saint-Simon’cuların yazılarında, İngiltere’de Robert Owen’ın yazılarıında dikkat çeker. Bu yenisözcük yeni gerçeklikleri karşılamaktadır.

Sosyalist ögretiler XIX. yüzyıl başında kendiliklerinden ortaya çıkmamıştır. Kökenleri sanayi devrimi ve sanayi devrimiyle birlikte gelen sefalettir. İnsanın makinelerin gelişmesine kurban edilmesinin engellenmesini isterler ve kapitalist üretim örgütlenmesinin kaçınılmaz biçimde doğurduğu yoksulluğun, işsizliğin, üretim fazlalığının yaygınlaşmasının nedenlerini araştırırlar. Birbirlerine bağlı bir üreticiler topluluğu vizyonunun bencilce kar peşinde koşmasının karşısına bir kardeşlik dayanışmasını çıkarırlar. Bu yeni öğretilerin kökleri vardır hiç kuşkusuz. Sosyalizınin entelektüel kökenleriyle ilgili çifte problem ve Fransız devrimi sırasında XVI ve XVII. yüzyıldan başlayarak sosyalist taleplerin ortaya çıkması bu şekilde gerçekleşir. 1913 yılında Lenin’in ünlü formülü, “Marx’ın öğretisinin, XIX. yüzyılda, insanlığın en iyi yaratımlarının, Alman felsefesinin, İngiliz ekonomi politiğinin ve Fransız sosyalizminin bir sonucu olduğu” düşüncesi Marksizmin uygun ve hoş bir biçimde takdim edilmesidir ama sosyalizmin kökenleri sorusuna yanıt getirmez.

Ayrıca birdenbire sosyalist öğretiler çoğalmaya başlar. L. Reybaud’nun hatırlattığı üç ad tek bir formüle indirgenmiş basitleştirici bir sosyalizm vizyonunu ifşa etmeye yeterlidir ama sosyalist öğretilerin çoğalması, Marksist sosyalizmin yayılması ve güçlenmesi, tarihi akışı içinde bu öğretileri sahiplenen bir işçi sınıfı hareketi aracılığıyla karşılaştığı güçlüklerin teorik yansımaları, nihayet gerçek sosyalizmin trajik yazgısı, sosyalizmin sorunsal birliğini ve değişim içinde sürekliliğinin anlamını tanımlamaya çalışan fikir tarihçilerinin karşılaştıkları güçlüklerin boyutları hakkında bilgi verir.

Öte yandan Leroux’nun sosyalist olmakla birlikte Saint-Simon’cu otoritarizm karşısında çekincelerinin gösterdiği gibi demokrasi ve sosyalizmin bağdaşabilirliği temel sorusu sorulmuştur artık. Sosyalizm sözcüğünün tarihi böylece bizi üç temel soruyu incelemeye götürür:
• sosyalizmin derin ve farklı kökenleri sorusu,
• sosyalizmin birliğini sağlayan belirleyici özellikler sorusu,
• demokratik sosyalizm olasılığı sorusu sıkı biçimde birbirlerine bağlıdır.

Fransız devrimi bu üç problemi birbirine bağlar çünkü toplumsal sorunları çözmeye çalışırken insan hakları talebiyle despotizmi birleştirir, çünkü bu amaçla eski formüllere, altın çağ ve ilkel komünizm düşleri ve cüretli yeniliklere dönüşü harekete geçirir ve nihayet çünkü bir çok sosyalist onun yıkıcı özelliklerini eleştirir. Böylece sosyalist geleneklerin demokrasiyle kurduğu ilişkilerin bir yorumunu taslaklandırdığını ileri süren herkes her şeyden önce bir soruyu irdelemek zorunda kalacaktır: Fransız devriminde toplumsal sorunun doğuşu (Ph. Raynaud, 1991).

Krallığın çöküşü arifesinde devrimci taleplerin yeni özellikler kazandığı çok iyi bilinir. Robespierre ve Marat Jakobenlere yansıtırlar bunu. Jakoben cumhuriyeti, kısmen koşulların etkisiyle görülmemiş bir toplumsal siyaseti yürürlüğe koyar; bu siyasetin ilkeleri (bu bağlamda söz gelimi Enragés, Dolivier, L’ange, Babeuf adları akla gelir) XIX. yüzyıl sosyalist kuramcıları arasında ve günümüze kadar çelişkili yorumlara yol açmıştır.

1792 ağustos’undan nisan’ına kadar basında olsun, çeşitli toplantılarda olsun halkın egemen sınıfa karşı mücadelesi sürekli yüceltilmiştir. Paris’te Jacques Roux temel ihtiyaç mallarına narh koyulmasını ister, Lyon’da ise L’Ange tahıl için maksimum fiyat talep eder. Enragé’lerin (Kudurmuşlar) belli başlıları Varlet, Roux, Chaher, Leclerc hayat pahalılığına karşı halkın şiddetli protestolanna tanıklık ederler. Spekülatörlere ve vurgunculara göz açtırılmamasını isterler ve “bir sınıf başka bir sınıfı hiçbir ceza görmeden aç bıraktığında özgürlüğün boş bir hayalet olduğunu, varlıklı kimse tekel aracılığıyla insanlara ölüm ve yaşam hakkı tanıdığında eşitliğin boş bir hayalet olduğunu” söylerler.

25 Haziran 1793’te kızıl papaz Jacques Roux Konvansiyon’da tarihçi Albert Mathiez’in “Kudurmuşlar Manifestosu” başlıklı metnini okur ve “bencil insanın toplumun en çalışkan sınıfına karşı ölümüne bir savaşa giriştiğinden” sözeder. “Yer yüzündeki ürünlerin, toprağın, suyun, ateşin, havanın bütün insanlara ait olduğunu, ticaretin, mülkiyet hakkının insanları sefalet ve açlıktan öldürmekten başka bir şey olmadığını” söyleyecek kadar ileri gider. Bununla birlikte Kızıl Papazın talepleri asla tutarlı bir öğreti biçimini alamaz. Eşitlikçi özlem sankülot’ların şiddetine düşman Dolivier ve L’Ange’ın sistemlerinde daha gelişmiş bir biçim altında ifadesini bulur. Jaur Histoire socialiste de la Révolution française adlı yapıtında onları çok önemser.
Mauchamps papazı yurttaş Pierre Dolivier temmuz 1793’de Essai sur lajustice primitive pour servir de prrncipe genérateur au seul ordre social qui peut assurer l’homme tous ses droits et tous ses moyens de bonheur adlı metnini yayımlar. Korkunç mülkiyet eşitsizliği hukuksal eşitliği yalanlar öyle ki hukuksal eşitlik yemden başka bir şey değildir. Şöyle diyorlar: “Mağdurlar da mal mülk sahibi olabilirler. Onlar kesinlikle ve hiçbir biçimde dışlanmış değildir. Yeni yasa kişilerin kayrılmasını ortadan kaldırmış ve istisnasız herkese gelişme ve ilerleme yollarını açmıştır. İşte eşitlik sözcüğünden anladıkları! Nasıl da hayale ihtiyaç var, nasıl birtakım sözcükler zorla kabul ettiriliyor. Hiçbir şeyleri olmayanlar kazanabilirler, ama her şeyden önce, niçin hiçbir şeyleri yok bunların?”. Dolivier büyük çiftlikleri ortadan kaldırmayı ve toprağı ne kadar aile varsa o kadar küçük köy işletmesine bölmeyi önerir. Adını söyleme cesareti gösteremeyen bu tarım yasası Jakobenlerin tasarladıkları biçimde bir eşitlik mücadelesini aşar. Toplumsal eşitlik aristokratik ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla karışmaz artık, malların eşit biçimde paylaşılması eğilimi ağır basar burada, mülkiyet ilkesi tehdit edilir ve bir mülksüzleştirme pahasına bireysel mülkiyetin sistematik biçimde dağıtılması önerilir. Ne var ki Dolivier, ltersine, bir küçük mülkiyet sahibi toplumu imajından kopmaz.

—————–
François Joseph Lange (L’Ange [Melek] denir) 1790’da Plaintes et representations d’un cito yen decrt passif aux citoyens désrétécés act başlıklı broşüründe yoksulları etkileyen siyasal haklardan yoksun bırakmaya karşı çıkar. 1792’de Lyon belediyesine bir bildiri sunar: ekmeğin bolluğu ve doğru fiyatını saptamanın basit ve kolay yolları. Üreticiler tarafından beslenen kooperatif ambarları bireysel çabaların uyumlu duruma getirilmesini sağlayabilir… Ertesi yıl daha da ileri gider. Reméde a tout, ou Constitution invulnérable de félicité publique, projet donné maintes fois, sous différéntes formes adlı broşüründe bir kırsal komünizm çerçevesi içinde bireysel mülkiyetin sonunu tasarlar. Broşür dağıtılmaz. L’Ange ya da Dolivier ’nin uzun vadeli görüşleri artan pahalılığın getirdiği acil sorunları çözemezdi. Jakobenler daha çok, bir dönemde Kudurmuşlar tarafından açıklanan halk hareketinin baskısıyla önlemler almışlardı ve bu önlemler vesilesiyle sosyal demokrasiden söz edilebilmişdir.

Jakobenlerin sosyal politikalarının doruk noktasını belirleyen fiyat ve ücretlerin genel maksimum değerinin saptanmasından çok Saint-Just ’ün onaylattığı ventöse (26 Şubat ve 3 Mart 1794) kararnameleridir. Bu kararnamelere göre kuşkulu yollardan edinilen mallara el konacak ve bedava dağıtılacaktır bu mallar. Ama gerçekten uygulanabilen tek ilke tazminat ilkesi olmuştur. Saint-Just Institutlons republicaines öngördüğü gibi “yoksulları giydirmek ve örtmek için zenginleri soymak” yerine dilenciliğin üstesinden gelmeye yönelik bir ulusal hayır planına dönülür. Zenginlere karşı saldırganlık, idealleri bağımsız küçük üretici statüsünün genelleştirilmesinde yatan Paris’li sankülot’un eşitlikçiliğinin aşılmasını düşündürmez asla Robespierre ’in ahlaksal eşitlikçiliği de bireysel mülkiyetle birliktedir: devletin, her insanın yaşama hakkına tecavüz etmedikçe güvencesi olduğu toplumsal konvansiyon Thermidor tepkisi içinde Eşitlerin komplosu bir dönemde desteğini gerekli bulan jakoben burjuvazinin teşvik ettiği bir halk hareketinin teorik ve pratik cüretinin son tanıklığıdır.

1828’de Buonarroti’nin belirtmiş olduğu gibi Babeuf ve arkadaşları Direktuvar’ı alaşağı etmek için komplolar düzenlemişlerdir. Mayıs 1796’da tutuklanan Babeuf 1797’de idam edilir. Sylvain Maréchal’in Eşitler Manifestosu Babeuf’çülerin toplumsal öğretisini açıklar. Temel temalar Fransız devriminden sonra, “daha büyük ve artık son olacak başka bir devrimi” bildiren bölümlerde toplanmıştır. Gerçek eşitlikle ilgilenen Eşitler “tarım yasası”nı aşarlar ve “daha ince ve daha adil bir şeye (ortak çıkar ya da çıkarların ortaklığı)” değinirler: Bireysel toprak mülkiyetine son, toprak kimsenin değildir. Dünya nimetlerinden ortak yararlanmayı talep ediyoruz, istiyoruz: meyveler herkesindir’.

L’Ange’ın v,e Robespierre’ci girişimlerin mülkiyeti ortak çıkarın emrine verme ve herkesin yaşama hakkıyla ilgili Fourier öncesi sezgilerinin yanında Fransız devriminin büyük eşitlikçi düşüncelerinin üçüncü öbeği Eşitler’in eseridir.

Bu eşitlikçilik sosyalist midir? Esasen hayır. Ama bu olumsuz yanıt bir dizi gerekli açıklamaya dayanır ve bunlar aracılığıyla sosyalizme ait olan şeyler belirir, oysa sosyalizmin uzak entelektüel kökenlerine bağlı olan şeyler daha kavranabilir kılınmıştır.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki bütün sözleşmelerde ortak olan mağdurlara yardım önlemleri sosyalizmden kaynaklanmaz. Özel ya da genel hayır ve yardım kurumlarının gelişmesini destekleyen teorileri ortaklaşa reddettiklerini söylemek sosyalist öğretiler arasındaki ayrılıkların boyutlarını küçümsemek anlamına gelmez. Sosyalistler toplumların zararlarını gördükleri kötülüklere hiç değişmeyen bir iktisadi yaşam içinde hayır kurumları ya da yardım sandıklan oluşturarak çare getirme anlayışı içinde değildirler. Sosyalizm her zaman örgütleyici olmak ister ve hayırın hiçbir şeyi örgütlemediği kanısındadır. Öte yandan bireysel mülkiyete bağlılık egemen modalitelerini ve biçimlerini eşitlikçi gerekliliğe bağlar. 14 Haziran 179l’de Le Chape her yasasının kabul edilmesi sadece burjuvazinin çıkarlarına uygun bir çalışma özürlüğünü değil halkın özlemlerini, az ya da çok bireysel mülkiyetleri eşitleştirme iradesiyle belirlenmiş talep defterlerindeki mülkiyete feodal engel karşı protestoları egemen kılar, bu taleplerin kesinlikle dokunulmaz ve kutsal mülkiyet hakkını ancak çok istisnai durumlarda zorlamasına izin verir. Halk sınıflarının en aktif grubu da bağımsız üreticilerden, dükkan işletenlerden oluşmuştur.

Dolayısıyla ilk sosyalistlerin sanayi toplumunun düzensizliklerini ifşa etmeleri ve devrimci özgür bireysel girişimi eleştirmeleri nedensiz değildir Mülkiyet hakkının bu teorik önceliği çok katı biçimde sosyalist olmaktan çok Rousseau’cu olan eşitlikçiliğe sadece Eski Rejim’in ekonomik mevzuatının yeniden canlanmasından ve varsayımsal bir kırsal komünizm çerçevesi içinde mülkiyetin soyut biçimde olumsuzlanmasından gelen iki aldatıcı çıkış yolu bırakır. Bu özellikleriyle bu çıkış yolları gerileyicidir. Sanayi devrimi daha gücüldür hiç kuşkusuz ama tarım komünizmi sermaye birikimiyle ilgili olsun, büyük imalathanelerin işçilerinin statüsüyle ilgili olsun ilk işaretlerinin erken algılanması konusunda hiçbir işaret vermez. Buradan iki sonuç çıkar. Bir yandan bazı kilise babalarına, More, Campanella , daha sonra Moreliy ya da Mably ’ye maledilen ve Babeuf ya da L’Ange’ın düzenlerinin doğrudan yansıttıkları ilkel komünizmler sosyalizmlerin az ya da çok eski biçimlen değildir, öte yandan da sosyalizmin entelektüel kökenleri aslında bu uzak öğretilere ve onlara hayat veren soylu değerlere dayanır.

İlkel komünizmden sosyalizmlere doğru kesiklikler vardır.. Ve birçok nedene dayanır bu.

Birincisi, sosyalistler iktisadi koşulların görülmemiş biçimde alt-üst olmasından gelen ve bazıları zararlı olan sonuçlarını dikkate alırlar.
İkincisi, önerdikleri çözümler, yepyeni bir tarihsel bağlam içinde, ilkeleri daha sonra saptanacak olan çözümlerin basit aktarımına indirgenemez.

Gerçekten de Durkheim’ın belirtmiş olduğu gibi eski komünist öğretiler basit, çileci bir yaşam önerirler. Zenginliklerin üretimi gerekli bir amaçtır, kolektif bir yaşamın merkezi değildir.Esasen zenginlik zararlıdır. Toplumun yapısını bozar ve insanları hayvanlarla birlikte ortaklaşa sahip oldukları temel gereksinimlerin tatminine yönlendirirler. Sosyalistler hiç kuşkusuz zenginliklerin adaletsiz biçimde dağılmasını kabul etmemişlerdir ama sanayi yaşamının olağanüstü atılımını da dışlamamışlardır ve üretici işlevlerin Örgütlenmesinin tersine çaba harcamışlardır.

Üstelik bu tür bir örgütlenmenin en doyurucu formülünü bulabilme çabaları içinde karşılarına sürekli, Fransız devrimi sırasında tarihsel olarak egemen olmuş bireyci mantık çıkmıştır ve onlar bireyi, hem ilkel komünizmi hem hiyerarşik toplumları karakterize eden kolektiviteyle sıkı biçimde ilişkilendirmeden bu mantığı dikkate almayı becerememişlerdir.

Konjonktürel ya da yapısal karakterinin araştırılmasında yarar olan nedenlerle başarıya ulaşmış olsun ya da olmasın sosyalistlerin hedefi devrimci bireyciliği yönetmektir. “Bireylerin eşitlik adına hiyerarşiye karşı başkaldırısı”yla, “özgürlük adına geleneklerin ifşa edilmesiyle” yansıyan bir bireycilik

İşi liberal bireyciliğin ve burjuva toplumunun eleştirisinin kaçınılmaz biçimde devrimci bireyciliğin mantığında yattığını iddia etme noktasına kadar götürmemekle birlikte sosyalizmlerin iki gerekliliğin, bireysel özerkliğin ve toplumsal birliğin uzlaşması vaadini vermek istedikleri kesindir. Bu modern özerklik ilkesi siyasal ve iktisadi liberalizmin teorisyenlerinin kendi üsluplarına göre talep ettikleri ilkeyi üstlenme iradesi sosyalist tasarıları eski komünizmlerden ayırır. Ne var ki bu hırs onların bütün tarihleri boyunca dile getirilecek olan bir iç gerilimi besler. Bu anlamda Fransız devrimi sırasında ortaya çıkan eşitlikçi özlemler sosyalizmlerin daha sonraki belirsizliklerini gösterirler ve bu nedenle de insan haklarının gerçekleşmesinin işareti olarak kabul edilebilirler; çünkü gerçek eşitlik hukuksal eşitliğe gerçek anlamını ve içeriğini vermiştir bu durumda ama öte yandan da gerçek olmayan bir eşitliğin hukuksal anlamda bir hayal olduğu ve özgürlükleri de tahrip ettiği ifşa edilmiştir.

Eski komünizmlerden ayrılan sosyalist tasarıların gene de bazı ortak özellikleri ve özel gerilimleri vardır. Elie Halevy’nin belirttiği gibi bütün sosyalizmler “kendi haline bırakılmış sanayiciliğin istismarcılıklarına ve aşırılıklarına karşı tepkiler” bağlamında olumsuz biçimde tanımlanırlar. Ama önerilen sistemlerin çeşitliliği olumlu bir tanımı da mümkün kılar çünkü bunların ortak özelliği bireysel girişimlerin keyfiliğine dayalı bir toplumsal düzenin yerine yepyeni, görülmemiş bir örgütlenme biçimi getirmektir. Tüm sosyalist okullar bu atılımla beslenirler ve amaçlan toplumsal örgütlenmeyi iyileştirmek değil değiştirmektir. Öte yandan bunların tümü toplumsal örgütlenme içinde üretim dünyasının önemini de kavramışlardır ve bütün çabalarını pazarın rastlantılarının yerine bilinçli ve örgütlü araçların kullanılması, iktisadi işlemlerin bilinçli biçimde yönlendirilmesi üstünde yoğunlaştırmışlardır Ve nihayet tümü sanayileşmeyle gelen ve işçilerle yöneticileri karşı karşıya getiren sıkıntı verici ve zararlı çatışmalara duyarlıdırlar. Bu alanda Marksist vokabüler göründüğü kadar yenilikçi değildir. -Plerre Leroux 1834’te “Proleterlerin burjuvaziye karşı güncel mücadelesi mi?” ifşaatını yapmıştır. Bir an için düzenin cin zensizliğe egemen kılınması, ekonomik güçlerin örgütlenmesinin pazarın rastlantılarına egemen kılınmasının devlete ya da özyönetimli kooperatiflere ait olup olmadıkları meselesini bir yana bırakalım ve sosyalist okulların bu görece yakınlığının kaba ütopik sosyalizm ve bilimsel sosyalizm karşıtlığını saf dışı ettiğini belirtelim.

—————————
Miguel Abensour’un belirttiği gibi Engels ’in, el kitabı Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm ’de formüle ettiği bu karşıtlık amacı kesinlikle ütopik radikalliği dışlamak olmayan, tersine onun amacını gerçekleştirmek olan uzun bir teorik yolculuğun karmaşıklığını gizler.

Gerçekten Marx ve Engels’ten kesinlikle çok uzak olmayan tutucu ütopyalar eleştirisi Insani imkansızlıklar listesini çıkarmaya çalışır. Marx “bilim adına, düşçü ütopyacıları sarsan şimşekleri çaktıran bir Jupiter” değildir (M. Abensour, 1976). Üstünde düşündüğü amacın dışında değildir o, Owen, Fourier ve Saint-Simon gerçekten etkiler kendisini. Buna inanmak için Marx’ın ilk sosyalistler karşısındaki konumunun basit biçimde ifade edildiği Komünist Parti Manifestosu’nu tekrar okumak yeterlidir. Onlara bakışı ve değerlendirmesi devrimcidir. Olumludur. Marx’a göre sosyalistlerin yazıları mevcut toplumun temellerine saldırır ve “dolayısıyla o dönemde işçileri aydınlatma konusun da çok değerli gereçler sağlamışlardır”. Bu sistemlerin yaratıcılarını devrimciler olarak görür ve onları “genel bir çilecilik ve kaba bir eşitlikçilik” tasarlayan Fransız devriminin çağdaş komünist kuramcılarından kesin biçimde ayırır.

Ona göre Saint-Simon, Fourier ve Owen sanayinin gelişmesiyle atbaşı giden “sınıf çatışmasının bilincindedirler”. Marx düşüncelerini onların projesiyle birleştirmek ister ve bu projenin yetersizliğini ifşa etmek gibi bir amacı yoktur.

Genellikle belirtilenin tersine, Marx ilk sosyalist sistemlerin bilimsel yetersizliği üstünde durmaz, o daha çok bunların aradıkları “sosyal bilim”e mal ettikleri rolün altını çizer. Gerçekten de onlar bu bilimden, propagandası önce yayılmasını, daha sonra da uygulamasını sağlayacak olan bir toplum planı çıkarmak isterler. Bilim onlar için bir toplumsal etkinlik yerine geçer çünkü proletaryanın, acılarını bildikleri ama devrimci gücünden habersiz oldukları yeni sınıfın tarihsel rolünü kavrayamamışlardır.

Sonuç olarak Marx’ın arzusu büyük hayalci üstatları saf dışı etmek değildir, tersine, efendilerinin düşüncelerine manyakça bağlılıkla ve toplum düzenini yıkmak için sınıf çatışmalarından destek almayı reddetmeleriyle gerici olan sekter çömezlerini ayıplama pahasına onların giriişimine somutluk ve gerçeklik kazandırmaktır.

Çünkü söz konusu olan kesin ya da kurumsal değişimler değil yıkmadır. M. Abensour esasen “çatışkılı ütopya/bilim” ikilisinin “kısmi devrim-tam devrim”ayrımını gerçekten maskelediği düşüncesini ön plana çıkarmaya çalışır. Marx’ın öteki metinleri, özellikle Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı ve Yahudi Sorunu bu yaklaşımın temelinin kanıtlarıdır. Marx ilk sosyalistlerin projelerinde, toplumun sadece yeni siyasal örgütlenmesinden kesinlikle tatmin olmadıkları ama gerçek devrimciler olarak toplumun temellerine saldırma önerileriyle özdeşleştirir kendini. Sadece siyasal olan bir devrim kısmi bir devrimdir ve hayalci eğilimler içindedir… genç Marx’ın çeşitli yanlarında işlediği sezgi budur. Ve öte yandan Marx sözgelimi siyasal mücadelelere radikal biçimde yabancı kalan ve “mutlaka safdışı edilmesini” isteyen, uygarlığın iki temel direği evlilik ve ticarete şiddetle çatan bir Fourier’ye bu yüzden gönül borcu duyar.

Her şey burada düğümlenir çünkü sosyalistlerin buluşları aynı zamanda yanılgıları ve teorik ve pratik hatalarıdır. Bu buluş bütüncül bir olgu olarak sanayi toplumunun bulunuşudur ve bu olgu donanmış olduğu siyasal örgütlenmeye indirgenemez, aynı zamanda toplumsal sonuçlarından bağımsız olarak anlaşılabildiğinden iktisadi örgütlenmesine de indirgenemez.

Eski toplumsal ilişkileri alt üst eden, son derece tartışmalı ve gelişmesinin gizliden gizliye gerekli kıldığı ama aynı zamanda da bu toplumun frenlediği yeni toplumsallık biçimleri barındıran yeni ilişkiler getiren bir sanayi toplumu.

Bütün sosyalistler, toplumun siyasal örgütlenmesinin, işleyişinin sadece kısmi bir görünümünü verdiğini düşünürler ve dolayısıyla muhtemelen temsili demokrasiye ve insan haklarına saygılı olmaya karşı belli bir kayıtsızlığın eşlik ettiği farklı siyasal rölativizasyon biçimlerine yönelirler. Bu kayıtsızlığın hatta bu insan hakları inkarının sadece Marksistlere özgü bir tavır değil, sosyalistlerde genel olarak görülen bir tavır olduğunu hatırlatmaya gerek var mıdır? Saint-Si mon, 1803’te bir gerçeği dile getirmemiş midir?:“toplumsal özgürlük sorununun çözümü gibi görülen insan hakları bildirgesi aslında bu sorunun gerçek anlamda dile getirilmesinden başka bir şey değildir[….] Parlamenter yönetim biçimi kesinlikle tüm öteki yönetim biçimlerine tercih edilmelidir; ama bu sadece biçim’dir ve temel olan mülkiyet’in oluşmasıdır”. İnsan hakları karşısında sosyalist tavırlar alma konusunda Marksizmin özgünlüğü bu bağlamda aşma iradesinin bütün özelliklerini sergilemektir ve demokratik siyasal yaşama özgü gerilimleri derinleştirmek değildir.

Fransız-Alman Yıllıkları şubat 1844’de Marx’ın çok bilinen bir metnini (“Yahudi Sorunu Üstüne”) yayımlamışlardır. Bu metinde insan hakları bildirgesinin asla inkar edilmemiş ünlü bir eleştirisi yer almıştır. Sözünü ettiğimiz bu aşma iradesi dikkate alındığında bu metnin örnek bir değeri vardır. “Yahudi sorunu” denince 1840’ta Yahudilerin Prusya’daki durumunu anlamak gerekir. 4 Mayıs 1816 fermanından sonra Yahudiler siyasal görevler alamazlar ve bazı ikinci derecedeki görevlerden de uzaklaştırılırlar. Yahudi sorunu tarihsel olarak Yahudilerin hukuksal-siyasal dışlanmalarıyla tanımlanır ve bu dışlanma geleneksel Hıristiyan Yahudi düşmanlığıyla yönlendirilir ve genci bir devlet tarafından da benimsenir. Marx’ın alelacele burjuvalarla aynı kefeye koyduğu Yahudilerin statüsü diye bir derdi yoktur. Ama sürekli kaymalarla, dinsel özgürlükten siyasal özgürlüğe geçerek gerçek insan özgürlüğünün koşullarını belirlemeye çalışacaktır. Bu açıdan bakıldığında Yahudi sorunu’nun temel tezi siyasal özgürlük statüsüyle ilgilidir. Bu siyasal özgürlüğün yetersiz ve aldatıcı olduğu düşünülür. Insanların gerçek özgürlüğü konusunda siyaset masasında oyun oynanmaz. Burjuva toplumunun çelişkilerinin analizi yapılmadan insan özgürlüğü olmaz. Maddi çıkarların üretildiği dünya insanlığın ve onun özgürlük ve mutluluğuyla oynandığı dünyadır. İnsan haklarının Marksist eleştirisinin bağlamı budur. Genellikle belirtilenin tersine, Marx ilk sosyalist sistemlerin bilimsel yetersizliği üstünde durmaz, o daha çok bunların aradıkları “sosyal bilim”e mal ettikleri rolün altını çizer. Gerçekten de onlar bu bilimden, propagandası önce yayılmasını, daha sonra da uygulamasını sağlayacak olan bir toplum planı çıkarmak isterler. Bilim onlar için bir toplumsal etkinlik yerine geçer çünkü proletaryanın, acılarını bildikleri ama devrimci gücünden habersiz oldukları yeni sınıfın tarihsel rolünü kavrayamamışlardır.

Sonuç olarak Marx’ın arzusu büyük hayalci üstatları saf dışı etmek değildir, tersine, efendilerinin düşüncelerine manyakça bağlılıkla ve toplum düzenini yıkmak için sınıf çatışmalarından destek almayı reddetmeleriyle gerici olan sekter çömezlerini ayıplama pahasına onların giriişimine somutluk ve gerçeklik kazandırmaktır.

Çünkü söz konusu olan kesin ya da kurumsal değişimler değil yıkmadır. M. Abensour esasen “çatışkılı ütopya/bilim” ikilisinin “kısmi devrim-tam devrim”ayrımını gerçekten maskelediği düşüncesini ön plana çıkarmaya çalışır. Marx’ın öteki metinleri, özellikle Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı ve Yahudi Sorunu bu yaklaşımın temelinin kanıtlarıdır. Marx ilk sosyalistlerin projelerinde, toplumun sadece yeni siyasal örgütlenmesinden kesinlikle tatmin olmadıkları ama gerçek devrimciler olarak toplumun temellerine saldırma önerileriyle özdeşleştirir kendini. Sadece siyasal olan bir devrim kısmi bir devrimdir ve hayalci eğilimler içindedir… genç Marx’ın çeşitli yanlarında işlediği sezgi budur. Ve öte yandan Marx sözgelimi siyasal mücadelelere radikal biçimde yabancı kalan ve “mutlaka safdışı edilmesini” isteyen, uygarlığın iki temel direği evlilik ve ticarete şiddetle çatan bir Fourier’ye bu yüzden gönül borcu duyar.

Her şey burada düğümlenir çünkü sosyalistlerin buluşları aynı zamanda yanılgıları ve teorik ve pratik hatalarıdır. Bu buluş bütüncül bir olgu olarak sanayi toplumunun bulunuşudur ve bu olgu donanmış olduğu siyasal örgütlenmeye indirgenemez, aynı zamanda toplumsal sonuçlarından bağımsız olarak anlaşılabildiğinden iktisadi örgütlenmesine de indirgenemez. Bunun ağırlık noktası da bilinir. Buıjuva demokrasisinde sivil ve siyasal özgürlükler insanlara sadece geçici doyumlar sağlayabilirler. Esasen dinsel olan bu dünya ve öte dünya karşıtlığı gerçek yaşamın gerçek yaşamdan, olabildiğince çok sayıda insana ahlaksızca bir çalışma ve değiş tokuş empoze eden gerçek sadelikten çok uzak olduğu demokratik devlet de vardır. Siyasal haklar kolektif yaşama ancak uzaktan katılabilen yurttaşların haklarıdır. Yurttaşlık hakları burjuva toplumuna dahil olan insanların haklarıdır. Böylece Insan Hakları Bildirisi öteki insanlardan ve kolektiviteden ayrı “bencil insan”ın haklarını benimser. Sivil özgürlükler sınırlı bir özgürlük anlayışına bağlı kalırlar ve bu anlayışa göre başkası her zaman bir engeldir ve hiçbir zaman yardımcı olmaz benim eylemlerime. Özgür olmak insanın, başkalarına aldırmadan, malını mülkünü kendi çıkarına göre kullanarak “keyfine göre” davranmasıdır.

İnsan Hakları Bildirisi’nin andığı eşitlik, girişim, alma, satma konusunda eşit özgürlüğe indirgenir. Güvenlik bencilliğe dayalı bir toplumsal düzeni güvence altına almak için kamu gücüne başvurma anlamına gelir. Haklar, kesin olarak sadece biçimsel özgürlükleri sağlayabilirler. Bunlar bir sınıfın başka bir sınıfa tahakkümünü maskelemeye yönelik hukuksal hayallerdir. Bu bildiri aynı zamanda Hegelvari Aufhebung anlamında sanayi toplumunun toptan yıkılmasını destekleyen değiştirme, düzenleme ya da tamamlama demektir.

—————————————–
Marksizmin bir ekonomist sapmasının unsurları hiç kuşkusuz çok ince diyalektik özellikler taşıyan bu metinde gösterirler kendilerini; ama çok önemli değildir bu. Yahudi sorunu insanlığın mutluluğu, bu dünyadaki Tanrı krallığı, burjuva toplumunu belirleyen çatışmaya son verme, toplumun global ve tamamen rasyonel biçimde yeniden örgütlenmesiyle uzlaşması ve barışa kavuşmasıyla ilgili olduğundan sosyalist vizyonların temelini oluşturan siyasal karışıklıkları kesin biçimde açıklığa kavuşturur.

Totalitarizmin çağdaş eleştirileri Marksizm esasen bir çatışmalar fikri olmadığının altını çizmiştir yeteri kadar. Altını çizdiği toplumun bölünmesi, çatışmalar, zıtlıklar aslında geçicidir. Proleterlerin kurbanları oldukları bölünmeler bağlamında yeniden fethedilen bir birlik rüyası Marksizmin temelini oluşturur ve Marksizm bu bağlamda demokratik mantığa, çatışmaların giderilmesine yani aynı zamanda sürmesi mantığına karşıdır. İlk sosyalistlerin -M. Abensour’un deyişiyle büyük hayalci-potansiyel olarak totaliter olabileceklerini ileri sürerek değil, iki gereklilik arasında, bireysel özerklik ve birlik arasında gerçekten uzlaştırmadan birleştirdikleri, yeniden gündeme getirdikleri gerilimin, Marksist sosyalizmin biçimlerinden birini, sosyalist hareketler içinde tarihsel olarak empoze edilmiş biçimini oluşturduğu yeni bir teorik düzenlemeyi gerekli kılmasıyla daha ileri gitmek mümkündür.

Sözgelimi bu gerilimin “yüce hayalci” Fourier ’nin yapıtlarında gösterildiği açıktır; Fourier’nin bütün metinleri, sonsuza kadar yorumlanabilecek radikal spontanlık ve sivilize düzensizlik eleştirisi, tutkuların ve çılgınlıkların tam özgürlüğü, toplulukların uyumlu örgütlenmesi arasındaki bu paradoksal ittifakı belirtirler.

Sosyalizmlerin belirsizlikleri ve Marksist sosyalizmin bunları çok endişe verici bir biçimde sunması Claude Lefort ya da Hannah Arendt tarafından ifade edilmeden çok önce Jean Jaurés ’nin, amacı sosyalizmde insanlığın ve adaletin zaferini selamlamak olan Alman sosyalizminin kökenleri tezinde yer almıştır. Jaurés sosyalizmin “Luther’in öğretisi ve yazılarında yer aldığını gösterebilir ancak Luther sivil eşitliğin yollarını gerçekten sadece Hıristiyan eşitliği peşinde koşarak hazırlamıyordu, aynı zamanda Özgür iradeye de karşı çıkarak kutsallığın insan iradesini soyutlamayı reddediyordu ve böylelikle “ekonomi politikte sosyalizm olacak olan gerçek Özgürlük anlayışı”nın taslağını çiziyordu.

Gerçekten de Almanların “her bireysel iradeyi kutsal ve insani şeylerin düzenine bağlamak gibi bir alışkanlıkları vardır”, öyle ki onlara göre siyasal özgürlük “ancak devletin vatandaşlar arasında kurduğu adil düzene göre değer kazanabilir”. Böylece Jaurés Alman dehası ve Fransız dehası arasındaki ayrımı getirir, bunlardan biri zıtların uzlaştırılmasına götürülür, öbürü ise ikisinden birinin ön plana çıkarılmasına.

Almanlara göre bireyin Özgürlüğü devlet tarafından sağlanmalı ve güvence altına alınmalıdır buna karşılık Fransızlar bireysel Özgürlüğün karşısına kolektif gücü çıkarırlar. Bu ayrım yapıt içinde çeşitli tarzlarda biçimlendirilmiştir. “Sivil toplumda devlet sosyalizmi denen şeyi taslaklandıran” ve “gerçek ve tam özgürlüğü kişinin bireyselliğinde, bireyin soyutlanmasında, sözde Özgür iradede değil evrensellikte ve devlette gören” Hegel’e saygı gösterilmesine duyarlıdır.

Son tahlilde bütün insanları tek ve aynı sosyalizm çatısı altında birleşmeye çağıran, Alman diyalektik sosyalizmiyle Fransız ahlaksal sosyalizmi arasında uyum kurmaya çalışan Jaurés’nin teşvik edilmesini yönlendiren bu anlayıştır. Bu uyumun ilkesi Fransız sosyalizmini, döneme göre, daha tam ve somut bir sosyalizmi getirecek olan diyalektik süreç içine oturtmaktır.

Benolt Malon’un çizgilerini belirlediği tam sosyalizm Jaurés tarafından Fransız sosyalistlerinin ayrı bir özgürlüğü ve soyut adaleti ön plana çıkarmalarının aşılması biçiminde anlaşılmıştır. Jaurés göre gerçek sosyalizm Marx ’ın ve Lassalle ’ın sosyalizmidir. Doğrudan doğruya Hegel’den gelir. Hegel
diyalektiği Mutlak’ın ve ldea’nın daha eksiksiz bir dönemi içinde çözümlenerek önceki dönemlerin çelişkilerini gösterir. Marx, ekonomi ve tarihin diyalektik yürüyüşünü sergileyerek, olayların sürecini, insanın beynine aktarımının yerine koyar.

Jaurés’nin düşündüğü sosyalizm Hegel Örgenciliğinin, sivil toplum ve siyaset toplumu ayrımını aşma konusunda Marksist iradenin, onları aşma amacıyla çatışmaları keskinleştiren ve belirsiz bildirilere meydan okuyan bir tarih anlayışının mirasıdır. İlk sosyalizmlerde görülen iç gerilimler ne olursa olsun, bu şekilde bulunan çıkış yolunun aslında, onların adil ve Özgür bir düzenle ilgili barışçı özlemlerinin bazı boyutlanudan vazgeçilmesinden geçtiğini inkar etmek boştur. Özellikle Jaurés demokrasi lehinde siyasal ve teorik tavırlarına rağmen (Discours a la jeunesse ve Discours de Toulouse) Fransız demokratik sosyalizminin bazı belirsizlikleri burada köklerini değilse bile ifadesini bulur, Jaurés’nin “ministerializm”i de, İnsan hakları bildirisi karşısında Marx ınkinden daha titiz tavrı da yapıtlarında demokrasi ve sosyalizmin sadece konjonktürel değil yapısal uyumunu da sağlayabilecek öğreti unsurları bulunmasına olanak vermez. Böyle bir uyum araştırması sosyal demokrasinin belirgin özelliğidir. Sosyal demokrasi 1890 yıllarında, doğal olarak sınıflar arasında uzlaşma sağlamaya yönelmiş parlamenter demokrasi içindeki bazı sosyalist partilerin derin angajmanından doğmuştur. 1914 öncesi revizyonist bunalım bu angajmanın yol açtığı Ortodokslar ve reformistler arasındaki gerilimleri öğretisel bağlamda ön plana çıkarır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Leninizm’in mutlak biçimde reddedilmesi daha kesin ayrılıklara yol açar. Sosyal demokrasinin iki belirgin özelliği, sosyalizmin temsili demokrasi biçimlerine saygı içinde aşamalı olarak ve barışçı yollardan kurulması tercihi ve bolşevizme kararlı bir muhalefet saptanır.

Burada gerçek anlamda işçi partileri olan, kurumlar, sendikalar ve derneklerle işçi sınıfı için de kök salmış ve Fransız karşı-örneğinin gösterdiği gibi bu özellikleriyle seçim ilişkilerine anlam ve güç veren sosyal demokrat partilerin nitelik ve stratejisini açıklamak gibi birşey söz konusu olamaz. Biz sadece, Alain Bergougnioux ve Bernard Manin (1979) gibi, Kautsky ’nin yapıtlarının ve özellikle de Proleterya Devrimi ve Programı (1922) adlı yapıtının “tüm sosyal-demokrat partileri açık ya da kapalı, sert ya da yumuşak biçimde karakterize eden Lenin’ciliğe karşı muhalefetin en derin ve en etkili kavramsallaştırmasını temsil ettiğini” belirtmek istiyoruz.

Kautsky devrimci şiddet yanlıları Lenin, Troçki, Buharin ’e karşı terörün mutlaka devrime bağlı olduğuna inanmaz. Onun bağlı olduğu proletarya devriminin iktisadi temelini üretim araçlarının kolektifleştirilmesi oluşturur. Hareket noktası demokrasidir çünkü demokrasi proletaryayı eğitir ve silahlı mücadeleden korur. Devrimden önce gerekli olan demokrasi aynı zamanda sosyalist toplumu da oluşturacaktır ona göre. Hiç kuşkusuz her toplumda baskı da gereklidir ama demokrasi için tek bir baskı türü vardır ve bu çoğunluğun azınlığa baskısıdır. İşçi sınıfının fethedilmesi olan genel seçim her halükarda proletarya için zararlı değildir öyle ki proletarya iktidarını demokrasi üzerine inşa edebilir. Buna karşılık halka baskı yapanları demokrasiden dışlamayı öneren Leninist irade her türlü muhalefeti dışlamaya yönelik müthiş bir şiddetten yanadır. Kautsky geçici bir proletarya diktatörlüğü aracılığıyla devletin ortadan kaldırılması rüyasına karşı devletin, demokratik biçimiyle var olmasının modern bir toplumun düzenli biçimde işleyebilmesi için gerekli olduğu görüşüyle karşı çıkar.

Alman sosyal-demokrasisi tarihi temelde parti ve işçi sınıfı özdeşliğini varsayan bu teorik yapının sınırlarını belirlemiştir. Daha genel olarak sosyal-demokrat partiler yavaş yavaş Keynes’çi tekniklere dayalı bir ekonomi politiği benimsemişler ve kapitalizmin reforme edilmiş yapılarındaki sosyal önlemleri ön plana çıkarmışlardır.

Sol, komünist, yıkıcı bir eleştiriyle pazar ekonomisinin temelini koruma kaygısı içindeki bir sağın eleştirisi arasında kalan sosyal demokrasi üretim araçlarının şiddete baş vurulmadan toplumsallaştırması için çaba gösterdikten sonra mülkiyet rejiminin tamamen değiştirilmesinden vazgeçmiştir. Uzun süre yinelenen devrimci üs lup bir öğretiden, yaratıcısının düşüncesinde kapitalizmin yeni bir gençliğini getirecek olan ama burada sosyal demokratların devleti iktisadi bir birey gibi gördükler Keynesçilikten esinlenen kısa vadeli makroekonomik önlemleri kapsamıştır. Nihayet 1959’da Bad Godesberg programı sosyal demokrasinin, yetersizliklerini toplum ve toplumsal eşitlik yararına devlet müdahaleleriyle kapatmak pahasına kapitalist yapılara uyarlanmasını resmileştirir. Bir açık ekonomi çerçevesi içinde Keynes’çi çarelerin iş olanakları yaratma bağlamında çaresiz kaldığı dönemde ekonomik hayatı harekete geçirme bağlamında gitgide sınırlı kalan sosyal demokrasi özünü yitirmiş gözükür. Bir demokratik sosyalizmi etkin kılma iradesi her zaman pazar ekonomisine bağlı düzensizlikleri ve sıkıntıları bir türlü aşamayan bir demokrasinin zaferinden abartılı bir keyif duymadan sosyalizmden vazgeçmeyle sonuçlanacaktır. Dolayısıyla başlangıçta sanayi toplumunun çelişkileri ve çatışmalarının aşılması iradesiyle beslenen daha sonra ise bu uzun dönemece rağmen onun formülünü iyileştirmeye katkısı olmayan temsili demokrasinin erdemlerini tanımaya götüren bir sosyalizmin kaderi bu olacaktır.

Sosyalizm başka yollar benimseyebilir miydi ya da bugün de yapabilir mi bunu? Eğer demokratik sosyalizm günümüzde haiz işlenmesi gereken bir öğretiyse bu hiç kuşkusuz doğmakta olan bir sosyalizm içinde demokrasiye özgü gerilimleri aşmaktan çok derinleştirmeyi düşünenlerin yapıtlarına bir dönüş pahasına olabilir.

Bentham yararcılığına çok şey borçlu olan Robert Owen’m düşüncesi ve eylemi bu perspektif içinde yeniden irdelenmelidir. Bununla birlikte bu şekilde düşünülen sosyalizm, Max Weber ’e göre, liberal” kapitalizmden bütünüyle kopamaz çünkü tüm etkinliklerin rasyonalizasyonu bağlamında aynı süreç içinde yer alır ve kağıt üstündeki haklarla “temel” haklar arasında, yasanın biçimsel genelliğiyle kesin müdahale talepleri arasında bölünmüş modern doğal hukukun iç çatışmasını sergiler (Weber, 1922).

Böylece, Max Weber’e göre negatif bir diyalektik insan haklarından sosyalizme götürür Aydınlanma diyalektiği bizi daha örgütlü ve daha barışçı bir topluma mı götürmektedir yoksa genel bir bürokratikleşmeye mi? Weber’in çıkardığı sonuç kabul edilsin, edilmesin çözümlemeleri sosyalizmin gündemde olduğunu düşündürür. Beğenelim, beğenmeyelim insan hakları düşüncesi ve yasalar önünde eşitlik ilkesi gerçekten demokrasinin gelişmelerine doğru götürürler ve bu gelişmeler sosyalistlerin sürekli değerlendir dikleri gerekliliklerle karşı karşıyadırlar.

 

Siyaset Felsefesi Sözlüğü
Jean- Paul Thomas
Çev: İsmail Yerguz

Posted in Sosyalizm | Leave a Comment »

Teokrasi

Posted by talhayasin Ağustos 12, 2009

Teokrasi

Teokrasi dine dayalı yönetim biçimini tanımlamak için kullanılan terimdir (Din erki). Daha doğru bir anlatımla, dini otorite organlarının siyasi otorite organları yerine devlet idaresini elde tuttuğu devlet biçimidir. Her ne kadar farklı algılanış biçimleri ve yorumları mevcut olsa da, teokrasi en yalın anlamda “devlet işlerinden bir tür ruhban sınıfının sorumlu olduğu ve devlet işlerinin dini temellere dayandırılmaya çalışıldığı sistem” olarak tanımlanabilir.

Kelimenin Kökeni
Theokrasi teriminin kökeni Yunanca θεοκρατία (theokratia)’dan gelmektedir. Tanrı Düzeni (Josephus) demektir. Kelime Yunanca Teos’dan dönüşmüştür. Theos kelimesinin kökeni Hint Avrupa dillerinde dinî kavramlar içinde yer alır. Theos’un anlamı tanrı, Kratos’un anlamı ise düzen demektir. Kelime Yunancada Tanrı’nın Düzeni anlamına gelir. Teokrasi kelimesi hiçbir şekilde İngilizcede gerçek anlamında kullanılmamıştır. İngilizcede kaydedilen ilk kullanım 1622 tarihlidir. İlahi Esin Altındaki Papazların Hükümeti olarak (Tevratda Krallardan önce kullanıldığı şekliyle) anlaşılmıştır. 1825’ten sonra ise Din adamlığına ve dine dayalı politik ve sivil güce teokrasi denilmiştir.
Din kurallarının geçerli olduğu sistem olan teokraside, kurallar ya dini kuralların aynısıdır, ya bunlardan büyük ölçüde etkilenmiştir ya da dini kurallarla çelişik olsa dahi dini temellere dayandırılır veya meşrutiyet için dayandırılması gerekir. Teokrasi ile yönetilen ülkelerde hukuk sistemi dine dayandırılması gerekir, hukuki kararların en yüksek mercii bir tür ruhban sınıfıdır. Teokratik sistemin dayandırıldığı dine göre ağırlığı ve önemi çeşitli olsa da, bu sistemde doğma mantığı ve akli durum göz önünde tutulur; çoğu zaman mantıki, akli ve pratik durumlar kabul edilen dogmalara adapte edilmeye çalışılır. Teorik anlamda, sistemin temeli dogmadır, diğer her türlü bilgi ikincil önem ve plandadır. Toplumsal yapı, hukuki yorumlar, eğitim ve kişisel hak ve özgürlükler dini kurallara göre uygulanır.

Vikipedi, özgür ansiklopedi


En genel şekilde, din adamları sınıfı ta­rafından dinsel kurallarla yönetilen toplum­ların yönetim biçimi olarak tanımlanabilen teokrasi kavramı birbirinden farklı anlam­lara gelmektedir. Theos (ilâh-Tanrı) ve Kratos (kuvvet-güç) kelimelerinden oluşan teokrasi kavramı, tann kuvvetiyle idare edilen devlet anlamını vermektedir. Yöne­timin dine bağlı olduğu toplumlara teokra­tik toplum, devlete teokratik devlet ve siyasî-idarî sisteme de teokrasi denmekte­dir.
Teokrasi ile kavramlaştırılan dine bağlı siyasî idarî sistemlerde din, toplumsal siste­mi belirleyen tek kuvvet olup siyasî iktidar din adamlarının elinde ve tekelindedir. Toplumda bütün düzenlemeler din tarafın­dan yapılmakta ve idarî kadrolar din adam­larınca kullanılmaktadır. Toplumsal ilişki­leri ve örgütlenmeyi düzenleyen bütün hu­kuk normları, dine dayandırılmış olup dinin dışında hiçbir şey hukuka kaynaklık ede­memektedir. Devletin siyasî ve idarî ku­rumlan ile hukuk yapısı dinden ayrılmış bu­lunmamaktadır.
İnsanlık tarihinin en eski toplumları bi­rer teokrasidirler. Eski teokratik toplumlar­da siyasî iktidarın başında bulunan siyasî şef, aynı zamanda bir üstün din adamı idi. dinsel liderlikle siyasî liderlik bir kişinin şahsında birleşmişti. Hatta, eski Mısır yö­neticileri olan Firavunlarda görüldüğü gibi, siyasî lider bir Tann (Theos) olarak kabul edilmiştir. Afrika’nın klanik toplumlarında topluluğun şefi olan kişi, siyasî iktidarı şah­sında topladığı gibi geleneksel dinin en üs­tün temsilcisi ve Tanrısal nitelikleri haiz ka-rizmatik bir lider olarak kabul edilmiştir. Bolluk, kıtlık, yağmur vb. tabiat olaylarının düzenleyicisi olarak görülen bu şef, bir tür “Theos” olarak algılanmıştır.
Kendini ilah (theos) yerine koyan, ken­disine tabiatüstü kuvvetlerin izafe edildiği siyasal liderlerin toplumları yönetmelerine de teokrasi denmiştir. Eski Firavunlar, Ja­pon kralları, çağdaş bazı liderler tabiatüstü kabul edilen ve bu nitelikleriyle toplumları yöneten kişilerdir. Bir bakıma tanrı yerine konmuş olduklarından bunların yönetimle­ri bir tür teokrasi olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan bazı liderlere tabiatüstü bir kuvvet izafe edilmemekle beraber tabiatüs­tü kuvvet tarafından toplumu yönetmek için görevli olduğu iddiası öne sürülür ve bu kişi tarafından toplum keyfî şekilde yönetilirse, bu durumda da teokrasi söz konusu olur.
Aslında, bütünüyle Tanrı gücü île idare edilen, dünyevî güçlerin hiçbir etkisinin bu­lunmadığı toplumlar yoktur. Teokrasiler­de, siyasî ve idarî liderler, dini, daha çok meşrulaştıncı bir yapı olarak kullanmakta ve kendi düzenlemelerini dinî motiflerle su­narak otorite sağlamaktadırlar.
Kendini bir teo (Tanrı) olarak topluma kabul ettiren firavunların teokratik yöne­timlerini bir tarafa bırakırsak teokrasilerin Batı Hıristiyan toplumlarında ortaya çıktığı görülür. IV. yüzyılda Roma împaratorlu-ğu’nda yayılma imkânı bulan Hıristiyanlık, kısa zaman içinde Avrupa’da güçlü bir din haline geldi ve giderek taraftarları çoğaldı. İmparator Dioclatianüs’un yönetim organizasyonunu izleyerek benzer biçimde örgüt­lenen Hıristiyanlık kilise yapısı içinde piramidal biçimde güçlü bir örgüt haline geldi ve güçlenmesiyle beraber siyasal-yönetsel yapıyı etkilemeye başladı. Kilise, dinsel alanın yanısıra siyasal ve yönetsel alanda da giderek fonksiyonlarını artırdı ve Roma İmparatorluğundan sonra Frankların Merovenjler döneminde (481-751) Kilise’deki görevlilere (din adamları) yönetimde yer verildi. Karolenjler döneminde (754-978) ise Kilise’nin siyasal etkisi iyice artü, kral­ların iktidar olmalarında Papa etkin rol oynamaya başladı. Charmagne zamanında (742-814) Kilise’nin başı olan Papa Kral se­viyesine yükseltildi ve siyasal sistem gide­rek dinin etkisine girdi. Feodal çağda, güçlü imparatorlukların dağılarak çok sayıda prensliklerin ortaya çıkması dinin bu devletlerdeki etkisini artırmada olumlu işlev gördü. Kilise yönetimlere hâkim olarak bü­tün siyasal ve yönetsel kadroları ele geçirdi; böylece Avrupa’da Kilise devletleri doğdu. Kilise’de görevli din adamları (ruhban sınıfı Clericus) tarafından din kurallarına göre yönetilen bu devletler teokratik sistemlerin başlıca örneklerini teşkil ettiler. Bu çağda Kilise (Ruhban sınıfı) tarafından savunulan “doğrudan iktidar teorisi”, dinin siyasal-yönetsel sisteme egemen olmasını dile getirerek teokrasinin teorik temellerini oluşturmaya çalıştı.
Ortaçağ’da Kilise’nin gücUne ve siyasal alandaki etkisine karşı ciddi muhalefet hareketleri gelişti. Kilise’nin kendini yenilemek zorunda kalmasıyla gelişen reform hareketleri Kilise’nin birliğini ve gücünü sarsarken yönetimde giderek etken olmaya çalışan yeni toplumsal sınıflar ortaya çıktı. Burjuva sınıfının büyük bir başarısı olan Fransız ihtilali (1789) ile Avrupa’da teokratik yönetimler iyice geriledi ve batıda Kilise’nin tamamen devletin dışına bırakıldığı laik yönetimler kuruldu.
İslâm dünyasında batıdakine benzer teokratik yönetimler kurulmamakla birlikte, İslâm dini kurallarına göre örgütlenen siyasal sistemler yaşama imkânı buldular. İslamî yönetimlerin Batıdakilere benzememesi, öncelikle İslâm dininin Özgün yapısından ve kuruluşundaki özelliklerden kaynaklanmıştır. Hz. Muhammed dönemi tipik bir teokrasi olarak kabul edilebilse de batı teokrasilerinden oldukça farklı özellikler göstermektedir. Hz. Muhammed’den sonra ise İslâm yönetimleri, hiç bir şekilde bir din adamları sınıfının egemen olduğu siyasal yapılar değildir. Sadece toplumun Kur’ân’ın ortaya koyduğu kurallara göre düzenlendiği bir hukuk devleti olarak ortaya çıkmışlardır.
İslâmiyet, kendisinin dışında bir dün­yevî gücü (Sezar- Melik) kabul etmediğin­den, Hıristiyan toplumlarında görülen Kilise-Kral çatışmasına benzer bir mücadeleye tanık olunmamıştır. İslâm dini, toplumsal ve siyasal hayatın her alanında “Tevhid” ilkesinin geçerli olduğunu savunmuş ve toplumun örgütlenmesini tek bir güce vermiştir. Toplumda siyasal iktidarı, elinde tutanın din adamı olmasına ihtiyaç olmamakla birlikte dinsiz olması da kabul edilmemiş­tir. Samimi bir müslüman olmasının yanın­da bazı özel nitelikler aranmıştır.
Yönetim-din ilişkileri açısından Os­manlı Devleti’nin bir teokrasi olduğu iddia olunmakla birlikte bir “Yarı-dini Sistem” olduğu savunulmaktadır. Osmanlı yöneti­minde dinin yönetime bağlı oluşu, şeyhülis­lamlık örgütünün kamu bürokrasisi içeri­sinde yer alması, din gücünün siyasal güç tarafından denetlenmesi ve benzeri yapısal nitelikler Osmanlı’yı bir teokrasi olarak de­ğerlendirmeye imkân vermemektedir. Cumhuriyet Türkiye’si de anayasal olarak laik ise de, aslında “Yan Dinî Sistem” olma özelliğini nisbeten korumakta olduğunu söylemek daha anlamlı görülmektedir.

 

Posted in Teokrasi | Leave a Comment »

Monarşi

Posted by talhayasin Ağustos 12, 2009

Monarşi bir hükümdarın devlet başkanı olduğu bir yönetim biçimidir.Saltanatın bir başka adıdır. Bu hükümdar, Türkçede kral, imparator, şah, padişah, prens, emir, kont, oymakbeyi gibi çeşitli adlar alabilir. Bir monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özellik, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurmasıdır. Cumhuriyetlerde ise devlet başkanı seçimle işbaşına gelir. “Monarşi” sözcüğü dilimize Fransızca Monarchie kelimesinden gelir. Cezalandırma ve bağışlama yetkileri sadece hükümdarın elindedir. Otoritenin bir kraldan veya bir imparatorun elinde olduğu yönetim türü. Yunanca «monos», yalnız ve «arkhein», buyurmaktadır.

Etimolojik anlamına bakılırsa monarşi bir kişinin yönettiği bir dev­let düzenidir. Gerçekte ise bu terim, iktidarın aynı ailede soydan geçme yoluyla kalması biçiminde nitelendi­rilebilecek bir yönetim biçimini ta­nımlar.

Monarşi, yüzyıllar boyu, dünyada en yaygın yönetim biçimi olageldi. Bunlar çoğu zaman, geleneksel tanı­ma en yakın, tanrısal hakka dayanan monarşilerdi: prens, iktidarı tek ba­şına elinde tutar ve Tanrı’dan başka kimseye hesap vermek zorunda de­ğildir, çünkü otoritesini ondan almış­tır. Aslında, bu tip yönetim hiç bir zaman tam anlamıyla uygulanama­mıştır. Gerçekten, en müstebit hükümdarlar bile, uyruklarının bazıları­nı (zengin ve güçlü soylular, etkili din adamları gibi) kollamak zorundaydı­lar; üstelik ulaşım ve haberleşme araçlarının yavaşlığı da onları, uzak bölgelerdeki topraklarını başkaları eliyle yönetmeğe zorluyordu. Bunun­la birlikte otorite gene de kralın ve­ya danışmanlarının elinde toplan­mıştı ve halk, alınan kararlara karışamıyordu.
Birçok ülkede toplumsal ve siyasal gelişim, özellikle XVIII. yy. sonların­da, «meşrutî» adı verilen yeni bir tür monarşinin doğmasına yol açtı: o za­man hükümdarın yetkileri, yazılı bir Anayasa ile tanımlanmış ve sınırlan­mış oluyordu. Bu monarşi genellikle «parlamenter»dir ve demokrasiye pek yakın olabilir: kral, devletin sim­gesi olarak kalır, ancak yürütme yet­kisini bir hükümete bırakır; hükü­met de halk tarafından seçilmiş bir millet meclisinin kararlarına uyma­ğa zorunludur. Sözgelimi Hollanda, Danimarka, İngiltere, İsveç ve Belçika‘da durum böyledir.

Posted in Monarşi | Leave a Comment »

Tayyip Erdoğan Grup Konuşması

Posted by talhayasin Ağustos 12, 2009

Posted in R. Tayyip Erdoğan | Leave a Comment »

R.Tayyip Erdoğan Davos Konuşması

Posted by talhayasin Ağustos 11, 2009

Posted in R. Tayyip Erdoğan | Leave a Comment »

Basbakan Recep Tayyip Erdogan’in Hakkari’deki Konusmasi

Posted by talhayasin Ağustos 11, 2009

Posted in R. Tayyip Erdoğan | Leave a Comment »

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Ulusa sesleniş konuşması 30 Haziran 2009 2/2

Posted by talhayasin Ağustos 11, 2009

Posted in R. Tayyip Erdoğan | Leave a Comment »

Bill Gates Olmanın Sırrı

Posted by talhayasin Ağustos 11, 2009

Sır 1: Bir vizyon sahibi olmak. Bill Gates, küçük yaşlardan beri bilgisayarın önemini ve insan hayatında kaplayacağı yeri çok iyi kavramış bir insan. Yakın arkadaşı ve Microsoft’un kurucu ortağı Paul Allen ile sık sık bilgisayarın gelişimi hakkında tartışmışlar, çeşitli düşünceler geliştirmişler. Bu tartışmaların sonucunda, ilerde herkesin evinde ve işinde kendisine ait bir bilgisayar sahibi olacağını öngörmüşler. Kurdukları şirkette amaçları, bu öngörüye uygun olarak insanların iş yapmalarını, kendilerini geliştirmelerini kolaylaştıracak ürünler geliştirmek.

Sır 2: Çok çalışmak: Bill Gates çok zeki bir insan. Ama zekiliğin tek başına yeterli olmayacağını, çok çalışılması gerektiğini düşünüyor ve çok çalışıyor. Evlenmeden once birlikte olduğu bir kız arkadaşından ayrılma nedeni iş dışında geçirdiği toplam zamanın yalnızca 7 saat olması (uyku dahil). Yanından çalışan insanlardan da aynısını bekliyor.

Sır 3: Akıllı elemanlarla çalışmak. Yazılım, teknoloji bakımından en uç sektörlerden birisi. Böyle bir sektörde sıradan insanlarla çalışılamayacağını, akıllı insanlarla çalışılması gerektiğini düşünüyor ve şirketine hep en akıllı insanları almaya çalışıyor. Akıllı eleman kimdir, neresinden akıllı olduğu anlaşılır şeklindeki sorulara şöyle yanıt veriyor: Akıllı insan, her şeyin tek tek söylenmesinin gerekmediği bir kişidir. Akıllı eleman, arar bulur, geliştirir, yeni şeyler düşünür, düşündüklerini uygulamaya geçirebilir. Microsoft, çalıştıracağı akıllı elemanları bulmak için çok araştırma yapıyor. Sırf adam almak için birisini almıyorlar. Kafalarındaki adamı bulana kadar bir pozisyonu uzun zaman boş tuttukları çok oluyor.

Sır 4: Elemanlara hisse vermek. Bill Gates, kendisi de dahil olmak üzere çalışanlarına yüksek, astronomik ücretler vermiyor. Microsoft’un hiçbir çalışanı dünyanın en yüksek ücretli çalışanları listesine giremiyor. Bunun yerine akıllı elemanları çekebilmek için onlara hisse veriyor. Örneğin, Bill Gates, Microsoft’un şimdiki başkanı olan Steve Ballmer’ı çalışmaya razı edebilmek için yüklüce hisse vermişti. Ballmer bu hisseler sayesinde şimdi büyük bir servete sahip (10 milyar dolardan fazla). Microsoft’un içinde yaklaşık on kişi dolar milyarderi. Microsoft çalışanlarının üçte biri ise dolar milyoneri (toplam 37 bin çalışanı var). Bill Gates arkadaşı Paul Allen ile şirketini kurarken hisse oranı yüzde 66 idi. Şu anda ise hisse oranı yüzde 11.5. Yani, Bill Gates dağıta dağıta daha zengin olmanın yolunu bulmuş. Çalışanlara hisse vermek Amerika’da yaygın bir uygulama ama hiçbir şirkette bu ölçüde hisse dağıtımına rastlanmıyor.

Sır 5: Elemanlara değer vermek. Microsoft en akıllı kişilerle çalışmak istiyor ve onları kaybetmek istemiyor. Bill Gates bir yazısında ayrılan her elemanın arkasından “niçin ayrıldı, niçin onu tatmin edemedik, nerede hata yaptık” sorularını sorduğunu söylüyordu. Elemanlar Microsoft’un en değerli varlıkları. Çalışanlar da bunun bilincindeler. Çalışmalarının her anında bunu hissediyorlar. Bunun sonucunda da Microsoft’ta eleman sirkülasyonu ABD ortalamasına göre iki kat düşük.

Sır 6: Piyasanın gelişimini takip etmek. Hızla gelişen bir sektörde geride kalmak yok olmak anlamına geliyor. Bill Gates hiçbir alanda piyasanın gerisinde kalmak istemiyor. Geride kaldığı durumlarda da hatasını çabucak anlayıp gerekli önlemleri alıyor. Örneğin, 1984 yılında Apple firması Macintosh’u çıkardı. Grafik tabanlı olan bu sistem Microsoft’un işletim sistemlerinden çok üstündü. Microsoft’un yanıtı bir yıl sonra geldi. Windows adındaki bu yeni işletim sistemi başarısız oldu ama Gates yılmadı, 1990 yılında çıkardığı 3.0 çok büyük bir başarı kazandı. Bir başka örnek, Internet konusunda yaşandı. Bill Gates, Internet’in gelişimini yeterince takip edemedi, Internete uygun ürünler geliştiremedi, geri kaldı ve bunun sonucunda, tarihinde ilk kez Microsoft hisse senetleri “Her zaman kazandıran hisseler” listesinden atıldı. Ama Gates hatasının farkına vararak şirketini bir yıl içinde, Interneti en çok sindiren, ürünlerini en fazla miktarda Intenete uyduran şirket haline getirdi.

Sır 7: Piyasanın gelişimini takip etmekle kalmayıp, piyasayı şekillendirmek. Bill Gates’in ve Microsoft’un sloganı We set the standards (standartları biz koyarız). Microsoft’un tarihi bu slogana uyan çeşitli örneklerle dolu. Örneğin, kişisel bilgisayarlarda kullanılan programlama dili konusunda Microsoft’un ürünü Basic bir standarttı. DOS işletim sistemi ve daha sonraları ürettiği Windows işletim sistemi piyasadaki en yaygın ürünler oldu. Bütünleşik ürünler için ortamın daha olgunlaşmadığını düşündüğünde biribirinden ayrı çalışan ürünler üretti ve rakiplerinin bütünleşik ürünlerini bunlarla alt etti. Sonra koşullar olgunlaşınca bu sefer Office benzeri bütünleşik ürünler üretip rakiplerinin tek tek çalışan, bir arada çalışamayan ürünlerini bir daha alt etti.

Sır 8: Odaklanmak. Microsoft, yazılım alanında çalışan bir şirket. Cirosunun yüzde doksandan fazlası yazılımdan geliyor. Yazılımın yanı sıra mouse, oyun kumanda cihazı, ses kartı gibi donanımlar da üretiyor ama bunlar ağırlıkla Microsoft’un yazılım teknolojilerini desteklemek için üretiliyor. Bill Gates, başka şirketlerin yaptığı gibi faaliyet alanlarını dağıtmıyor, en iyi olduğu alanda odaklanıyor.

Sır 9: Alçakgönüllü bir yaşam sürmek. Rakiplerinin hemen hepsinin özel uçağı, özel yatı vs. olmasına karşın Bill Gates oldukça sade bir hayat sürüyor. Cimri denilebilecek kadar eli sıkı. Buna ilişkin çok anekdot anlatılır: Örneğin, gittiği otelin park yeri parasını pahalı bulunca uzun bir sure parasız bir park yeri araştırmış. Kiraladığı arabayı kullanmadığı süreler için başkalarına bir daha kiralayarak değerlendirmeye çalışmış. Uzun bir sure uçakların hep ekonomik sınıfında yolculuk yapmış. Bill Gates’in hayatındaki en pahalı şey yaklaşık 60 milyon dolarlık evi. Bu eve bu kadar para harcamasının nedeni, lüks bir evde yaşama isteğinden daha çok, geleceğin evi nasıl olmalı cinsinden bir tartışma yaratmak, kavramlar geliştirmek, Microsoft’un ürünlerini test etmek. Buna karşın rakibi Oracle’ın başkanı Larry Ellison’ın bir yatı, uçağı ve hatta bir adet de Amerika’da uçuramadığı savaş uçağı var. Bir başka örnek, Microsoft’u birlikte kurduğu arkadaşı Paul Allen. Paul Allen’ın uçağı, yatı, jet sosyeteden sevgilileri var ve pahalı partileriyle tanıyor. Allen geçtiğimiz yıllarda verdiği bir parti için tam 10 milyon dolar harcamıştı. Bill Gates’e niçin uçağı, yatı vb. lükslerinin olmadığı sorulduğunda şöyle yanıt veriyor: Öyle yaşarsam öyle düşünmeye başlarım ve şimdikinden çok farklı bir kişiliğe sahip olurum. Yeterince çalışamam, yeterince üretemem.

Murat Yıldırımoglu


 

Posted in Bill Gates Olmanın Sırrı | Leave a Comment »

Lider ve İletişim

Posted by talhayasin Ağustos 11, 2009

“Bunları biliyor muydunuz?” köşemizle başlayalım: Firmalarda, alınan kararların ortalama yüzde 50´si başarısızlıkla noktalanıyor. Yeni ürünlerin yaklaşık yüzde 95´i başarısız oluyor. Stratejik satın alma ve birleşmelerin yüzde 65´i negatif sonuçlanıyor. Küçük ve orta ölçekli işletmelerin yüzde 60´ı ilk 6 yıl içinde kapanıyor. Tüm dünyada, 10. yılını doldurmadan kapanan firmaların oranı ise yüzde 82.


Evet, karnemiz kötü. ´İş hayatı´ dersi olsaydı toptan sınıfta kaldık bu rakamlarla. Tabii ki tüm kararlarımız da yanlış değil; ama kabul etmeliyiz ki ´çoğu kararımız´ yanlış. İşte bu noktada, iyi bir yönetici olmak, hatta daha da ötesi iyi bir lider olmak, önem kazanıyor. ´Yönetici olmak´ ile ´Lider olmak´ aynı şeyler değil. ´Yöneticilik´ öğrenilebilir; okulda, kurslarda anlaşılabilir ve benimsenebilir. ´Liderlik´ ise kazanılmalıdır, hak edilmelidir. Tutkulu olmak ve sürekli iletişim içinde olmak gibi anahtar bazı kişilik özelliklerine sahip olmak sizi bir adım öne geçirebilir.

Peki nasıl bu kadar çok yanlış yapıyoruz? Steve Smith ve Dave Markum´un çok satan kitapları ´businessThink´te de özetledikleri gibi, başarıyı engelleyen üç önemli faktör var: Ego, (fazla) hız ve (geriye dönük) çözümler. Özellikle ego, benim favorim; şahsen de çok tecrübe etmiş biri olarak herhalde. Hem çalışan hem de zaman zaman yöneten olarak! Maalesef, iş kararlarının üçte birinden fazlası ego bazlı veriliyor. Ohio Devlet Üniversitesin´de Paul Nutt tarafından gerçekleştirilen araştırmada, yöneticilerin yüzde 81´inin kararlarını, sunulan önerinin gücü sayesinde değil, sadece ikna yoluyla aldıkları belirlenmiş. Yine yöneticilerin yüzde 87´si kendisine güveniyor ama sadece yüzde 27´lik bir kesim iş arkadaşlarına güveniyor. Yani yönetici iyi de, diğerleri çürük elma!

Bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım; yani ´çalışanlar yöneticileri hakkında ne düşünüyor?´ diye. 2007 yılında, Watson Wyatt Worldwide Danışmanlık firması tarafından, 12 bin Amerikalı çalışanla yapılan araştırmada, çalışanların yüzde 51´inin üst düzey yöneticilerine güven duymadıkları belirlenmiş. Aynı araştırmada, yöneticilerinin ´personelle ilişkilerinde aktif´ olduğuna inananların oranı ise sadece yüzde 43 olarak saptanmış. Yani, Amerika´da, çalışanlar yöneticilerinin liderlik vasıflarından ağırlıklı olarak memnun değil, ve bu da onlara karşı duydukları güveni azalttığı gibi, çalışma motivasyonlarını düşürüyor ve genel verimliliği etkiliyor.

EY LİDER, GELDİYSEN ´EVET´ DE

´İyi yönetici < İyi lider´ denkleminin çalışanlar tarafından resmine bir de Türkiye için bakalım dedik ve bu hafta İnsankaynaklari.com´la yaptığımız ankette “Bir yönetici nasıl ´lider´ olarak kabul görür?” sorusuna cevap aradık. Anketimize cevap veren 3,960 kişinin yüzde 42´si liderliği ´erişilebilirlik´ ve ´iletişim´ üzerinden tanımladı. Yani neredeyse Amerika´daki araştırmayla aynı oranda yöneticilerin ´iletişim eksikliği´ gündem edilmiş oldu. Anketimizde ikinci sırada ise, liderlik için yöneticilerin ´beklentileri daha net olmalı´ dendi. 2006´da Amerika´da About.com adlı insan kaynakları sitesinde yapılmış olan bir ankete katılan 6,652 kişinin yüzde 37´si de, ´kötü yönetici´nin ´az yönlendiren´ olduğundan ve net hedefler koyamadığından dem vurmuş. Özetlersek, iyi bir lider olmanın normları global olarak çok ama çok benzer, hem de liste olarak oldukça kısa gözüküyor. Sanırım bir de, sizlere farklı bir açılım sağlaması adına, iyi bir lider ´duygusal açıdan nasıl olmamalı?´ ile ilgili bir liste vermekte yarar olabilir: İlgisiz, pişmanlık duyan, korkan, ihtiraslı, kızgın ve gururlu olanların liderlik vasfını hak etmede çıkmaz sokakta olduklarını söylemek yeterli olur herhalde.

GELECEĞİ GÖRMEK VE LİDERLİK

Belki çalışanlar, kendileriyle ilişkileri açısından önemsemedikleri için, bunu dillendiremiyor ama, liderliğin önemli bir parçası da ´geleceği görmek´ ve ona göre hareket etmek. Özellikle ´inovasyon´ kavramının yükseldiği bu son dönemlerde, geleceğe odaklanmayan bir yöneticinin ´lider´ olduğunu söylemek oldukça zor. Örneğin bir CEO düşünün, yani bir firmanın en tepe yöneticisini. Sizce zamanının ne kadarını geleceğe ait konuları düşünerek geçiriyordur? Önemli bir kısmı olsa gerek değil mi? Sonuçta geleceği tahmin ederek sizi yönlendirecek ve size gerçek liderliği ancak bu şekilde yapacak. Ancak araştırma sonuçları farklı şeyler söylüyor. Gerçi gizlilik ve ulaşma zorluğu nedeniyle, doğrudan CEO´ların kendileriyle yapılmış araştırmalar yok. Fakat bazı çıkarsamalar ve tahminler var. Mesela 1994´te Hamel ve Prahalad adlı iki akademisyen, üst düzey yöneticilerin zamanlarının yüzde 3´ünden azını geleceğe yönelik kurumsal bir perspektif oluşturmak için harcadıklarını tahmin etmiş. Ohio Devlet Üniversitesi´nin yakın tarihli araştırmasında, yöneticilerin sadece yüzde 7´sinin uzun dönemli öncelikler belirledikleri ortaya çıkmış. Journal of Marketing´de 2007 yılında yeni yayınlanan bir makalede de, halka açık 176 firmanın toplam 867 hissedarına gönderilen anketlerden alınan sonuçlara göre, ifade edilen düşüncelerin/endişelerin sadece yüzde 9´unun ´gelecek odaklı´ olduğu belirlenmiş. Yine yaklaşık 10 yıllık bir dönemdeki yıllık finansal raporların ve içindeki yazıların gramatik olarak incelenmesi sonucu (cek-cak eki kullanma gibi), CEO´lar arasında gelecek odaklı görüşlerin çok farklılık gösterdiğinin (yüzde 0 ila yüzde 20 arasında bir varyasyonla) belirlenmiş olması da kişisel farklılıkları vurgular nitelikte.

Evet, hem içeride elemanlarla hem de dışarıda dünyayla ilgilenerek yapacağı çok işi var bir liderin. Ama ne yapalım lider olmak, hele bir de doğru karar oranı yüksek olan (nadir) bir lider olmak da bir o kadar zor. Farklılık ancak böyle yaratılabiliyor. Tarih de ancak böylelerini yazıyor.

Kaynak: insankaynaklari.com

Posted in Lider ve İletişim | Leave a Comment »